Yarın Perşembe Ağlama Günüm

Çocukluğumda uzak mesafelere yaptığım ilk seyahatim yayan olup yaklaşık 15 km mesafedeki ilçe merkezine yapılan seyahatlerdi. O zamanlar kaza nedir, merkez, mesafe, metre, kilometre nedir? Bunların anlamları bana bugün marsın dünyamıza uzak olduğu kadar uzak kavramlardı. İlçe merkezimiz olan Şiran, çocukluğumuz da "Karaca" diye bilinirdi. Neden bu isimle hitap edilirdi onu da bilmiyordum. Bir büyüğümüze sormayı da  akıl edememiştik. Sanırım bunun birinci nedeni kaza neye denir? Kazamızın adının ne olduğunu tam olarak bilememizden kaynaklanıyordur.  Aslında her Perşembe günü Şiran' da ilçe pazarı kurulurdu. Perşembe günü sabahın erken saatlerinde pazara gidecek olanlar kadınlı erkekli olarak köy meydanında toplanırlardı. Burada toplandıktan sonra yukarı köylerden Beşkilise (Ozanca), İnözü, darbük köylerinden gelenlerle birlikte yola koyulurlardı. Köyün ileri gelen aile reislerinin ise böyle bir bekleme mecburiyetleri yoktu. Onların atları hemen hazırlanır, heybelerine gerekli erzakları konulurdu. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra  atlarına "deh" dedikleri anda  yola revan olurlardı.

Atlılar önde yayalar arkada dizilirlerdi yola. Artık yolda başlardı bir haftalık ya da daha uzun süreli olan ayrılıklarla ilgili muhabbetler. Kim öldü, kimler kaldı? Kimlerin oğlu/kızı  nişanlandı ya da evlendi. Askere gidenler, terhis olup gelenler. Mevsim bahar ise gurbete gidenler, sonbahar ise gurbetten dönenler. O zamanlar daha Almanya acı vatan olmaya henüz başlamamıştı. Gurbet denildiğinde önce Ankara sonra da İstanbul aklımıza gelirdi. Çok ilginçtir bizim köyden çalışmak için gidenlerin ilk gurbeti durağı Ankara bir diğeri ise İstanbul'du. Diğer şehirlere gidenlerini hiç duymamıştım. Ancak daha sonraki gurbet duraklarına başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri eklenmeye başladı. Aynı şekilde benzer sohbetler atlı köylüler arasında da yapılırdı. İşte bu sohbetler sayesinde insanlar o 15 Km' lik yolun nasıl bittiğinin farkına varamazlardı. Birde bakmışsın ki Sarıca köyünün tepesine gelmişler. Yolun buradan gerisi Sarıca' ya iniş ve bir sonraki kavşak ise Alucra şose yolu. Bu yola inildiğinde insanlar kalabalıklaşır, atlılar çoğalır. Hatta tek tük de olsa traktör ve makineler (kamyona verilen ad) yanlarından vızır vızır geçmeye başlarlardı. Traktör römorkları ile kamyon kasaları tıkış tıkış insanlarla dolu. Kamyonların bazılarında ise mal pazarına satmak için götürülen hayvanlar (sığır adı verilen inek, öküz ve tosun) bulunmaktadır. Hele o kamyonların yoldan geçişleri esnasındaki havalı kornalarının çıkardıkları seslere biterdim.

Biz çocuklar, babaları gurbette olmayanlar ise Karaca' ya gidenlerin peşinden gitmeye çalışırdık. Ağlardık, sızlardık ama bir türlü bizi götürmezlerdi. Allem edip, gullem edip  bizleri hep kandırırlardı. Neler mi vaad ederlerdi... Yok canım öyle şimdiki çocukların istedikleri türden  değildi vaat edilenler. Belki bir avuç akide şekeri, söğüt dalından düdük ya da şeker pancarından oyuncak araba yapmak için sapı koç boynuzundan yapılmış bir çakı. Bazılarımız için de cizlavent* denilen dışı siyah içi pembe bir astar ile kaplı ayakkabılar. Kızlar için ne vaat edilirdi pek anımsamıyorum.

Gün döner ve akşam vakti yaklaştığında çocuklar başta olmak üzere tüm köy halkı Karaca' dan dönenleri beklemeye başlardı. Biz çocuklar gelenleri en iyi şekilde görebilmek için ya köyün en yüksek yerinde olan mektep önüne ya da Tuz Taşı' na giderdik. Çünkü buralardan gelenleri taa 4-5 Km mesafeden görmek mümkündü.  İlk kafile göründüğü anda artık içimizi bir sevinç bir coşku kaplardı ki anlatmaya dağarcımızdaki kelimeler yetmezdi.   Bize Karaca' dan söz verilenler tıpkı elimizdeymiş gibi başlardık birbirimize anlatmaya, birbirimizi kıskandırma. Artık kimimiz yaptığımız pancar kamyonunu yerlerde sürmeye, kimimiz çakı ile yaptığımız söğüt düdüğünü öttürür gibi parmaklarımızı ağzımıza götürüp öttürmeye. Arada dudaklarımızı bükerek üflercesine düdük sesi çıkarmayı da ihmal etmezdik. Yani anlayacağınız senaryo tam mükemmel olurdu. Hatta aramızda yok senin düdüğünün sesi iyi değil benimki daha iyi ses veriyor türünden tartışmalar alır giderdi. Karaca' dan dönenleri unutur başlardık kendi aramızda itiş kakışlara.

İlk pazarcılar köye yaklaştığında hurra başlardık bayır aşağı köy meydanına doğru koşmaya. Bir solukta inerdik meydana. Aynı itiş, kakış ve hengameler burada da devam ederdi. İlk yapılan şey gelenlerin ellerine ve heybelerine bakmak olurdu. İşte o andan itibaren o bir gün öncesi akşamından başlayan coşku, heyecan ve özlemli bekleyişin yerini çoğunlukla bir sessizlik, bir hüzün ve bazen da ağlamalar alırdı. Sabah köyden çıkılırken bize vaat edilenlerin çoğunlukla hiç biri alınmazdı. O zamanki çocuk aklımızla buna bir türlü anlam veremezdik. Sanki, bu büyüklerde neden alıp getirmiyorlardı bizim istediklerimizi? Çok mu zordu alıp getirmek? Karaca' daki pazarda sergilerde istediklerimizden o kadar çok vardı ki. Hani hepsi bitmiş deseler bile bitmeyecek kadar çoklardı. Ama neden almıyordu bu büyüklerimiz?  Onlar da bizim gibi çocuk olmamış, ağalarının (baba)  peşinden hiç ağlamamışlarımıydı? Başlardık kendi kendimize söz vermeye... Benim çocuklarım olurda ben Karaca' ya gidersem onlar ne isterlerse alacağım. Ama önce sapı boynuzdan yapılmış çakı alacağım.

O zamanlar para nedir, kuruş nedir, ne işe yarar? Bu kavramların hiçbirini bilmiyorduk. Biz zannederdik ki  Karaca' da tezgahlarda sergilenen her şey isteyene veriliyor, isteyende istediğini alıp köyüne getiriyor. Daha sonraki yıllarda gözüm yalnız başıma Karaca' ya gitmeyi kestiği zaman kaçarak çocuk aklımla gittiğim sergici İbrahim eniştemin sergisi başında insanları izlerken tüm bunları öğrendim. İbrahim eniştem Sarıca köyünden olup Emine bibimin (hala) kocasıdır. Bugün yıllar geçmesine rağmen bibi kelimesini hala kelimesinden daha sık kullanıyorum. Çok ilginçtir eşimde Kelkitli olmasına rağmen onlar bibi kelimesini hiçmi hiç kullanmıyorlar. İbrahim enişte özellikle Sümerbank türü basmalar, Amerikan bezi, pazen divitin vb. kumaşlar satardı. Müşterilerinin çoğunluğunu da kadınlar oluştururdu. Ağzından sigarası düdük misali hiç düşmezdi. Yenisini yakmadan eskisini söndürmezdi. Elinde ise tahtadan metresi, sergisinin üzerinde ise yan yana dizilmiş top top kumaşlar. İsteyen olduğunda kumaş topunu dizinin üzerine koyup ucundan tahta metreye tutturup bir çırpıda ölçerdi. Küçük kumaş toplarından isteyenler olduğunda da hemen tezgâhın kenarına siyah kalemle işaretlemiş olduğu çizgilerle ölçerdi. Çizgilerin üzerinde hiçbir harf ve işaret yoktu. Hep merak ederdim kumaş boyunun ne kadar olduğunu nereden biliyor diye.  Akşama kadar pazarda dolaşır canım sıkıldığında İbrahim eniştemin tezgâhının yanına takılır akşam vakti yaklaştığında da tüm köylülerle birlikte yola koyulurdum.

İsmet yaşıtlarımız içinde en çok ağlayanlardandı. Ağası her Perşembe günü ona cizlavet ayakkabı alacağını söz verirdi ama bir türlü de almazdı. Çarşamba günü geldiğinde başlardı "yarın yine Perşembe benim ağlama günüm" derdi. O zamanlar pek anlam veremezdim neden Perşembe günü ağlama gününün olduğuna. Ancak daha sonraları bu sözün altında yatan  derin anlamı kavrayabilmiştim. Yıllar yıllarlı kovaladı herkes gibi bizde Ankara' ya göç ettik. Daha sonra başlayan Almanya furyası ile İsmet te Almanya' ya gidenler arasına katıldı. Uzun yıllar orada inşaatlarda çalıştı. Sonra bir gün acı haberi geldi. Üzerine düşen bir kalıp parçasının altında kalmış ve ölmüştü. Soğuk bir kış günü  cenazesi Ankara' ya getirildi, oradan da köye götürülerek defnedildi. Bugün ne zaman bir Almanya lafı geçse, Perşembe günü olsa ya da köy aklıma gelse hep o Karaca' dan dönenler ve İsmet' in "yarın Perşembe yine benim ağlama günüm" sözleri kulaklarımda çınlar durur. Hiçbir zaman sahip olamadığım sapı koç boynuzundan yapılmış bir çakı ve söğüt dalından yapamadığım düdükler aklıma gelir.

*Cizlavet - Anadoluda halk dilinde cızlavat denen, kara lastikten yapılmış olan ayakkabıdır. Biraz daha pahalı olan türlerinin içinde astar bulunmaktadır.


Facebook Twitter Google+ LinkedIn Pinterest Addthis